FIRINCILAR DİYARI HAYDE MEMLEKETE HAYDE GÖLKİRİŞE
  Dini Siirler
 
 
Hastalıkların tedavisi sadece bir takım iğne ve haplardan ibaret değildir..
Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerîm’de, Kur’ân ve balın şifa olduğunu beyan ediyor.
Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v) fakirleri doyurmanın, yetimi sevindirmenin, sadaka vermenin, tebessümün… de birçok hastalıklar için şifa olduğunu haber veriyor.
Hz. Dâvud Aleyhisselâm’ın hikmetli bir sözü vardır. Der ki:
“Dostlardan ayrı kalmak kişiyi hasta eder.”
Demek ki, hakiki dost da birçok hastalıklar için şifa oluyor.
Hakiki dostluk Allah (c.c) için olanıdır. Bundan dolayı hakiki dostlar demişler ki:
Fâni dünyanın padişahı değiliz.
Gönül hırkalarını yamar giyeriz.
Dostlarla ağlar dostlarla güleriz…
Dostlarla gülüp dostlarla ağlayabilmek; böyleleriyle dostluk bağları oluşturabilmek mesele budur.
Böyle dostların yokluğudur insanları hasta eden.
Şair Bâki’ye arkadaşları kaç çeşit dost var diye sorarlar.
Bâki, üç çeşit dost olduğunu söyler ve şöyle sıralar:
“Bir dost vardır gıda gibidir, onu her gün ararsın
Bir dost vardır ilâç gibidir, icâb ettiğinde ararsın.
Bir dost vardır ki hastalık gibidir, o seni arar.”


Hadi, kendinizi tahlil edin bakalım, sizin dostluğunuz ve dostlarınız hangi gruba giriyor?
Dostlarınız ne kadar çok olursa olsun katiyyen bezginlik göstermeyin.
Dostları çoğumsamayacağız, bin dostumuz da olsa.
Düşmanlarımızı da bir tane bile olsa azımsamayacağız.
Dinimizin düşmanı câmi bile yapsa onu “Mescid-i Dırar” bileceğiz.
Dostlarını asla üzmeyeceksin; nasıl olsa onlar sadık diyerek ihmâl de etmeyeceksin.
Senin dostluğun eline geçen makam, mevki, şan ve şöhretle birlikte netleşir.
Eba Müslim Horasanî’nin enfes bir tespiti vardır.
Levha yapıp duvarlara asılması her gün de okunması gereken bir tespit.
O diyor ki:
“Onlar, zararlarından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular.
Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını yakınlaştırdılar.
Yakınlaştırılan düşman dost olmadı.
Ama uzaklaştırdıkları dost düşman oldu.
Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu.”
Bu meyanda Hz. Ali (RA)’nin bir sözü burada yerini almalı.
Diyor ki:
“Dostların kâlbini kırmakla düşmanların arzularına hizmet etmiş olursun…”
Dostunu-düşmanını tanıyamamak denilen şey de bu olsa gerek.
İmam-ı Şâfii rahmetullahi aleyh hazretleri de dostluk hakkında hep kulaklarımızda küpe gibi kalması gereken şu tespitinde der ki:
“Zor günde faydası olmayan arkadaş,
Düşmanına yakındır kıyaslanırsa,
Hangi asırda yaşarsa yaşasınlar,
Gerçek dostlar ve kardeşler,
Ortaya çıkar o kederli ânlarda…”
Batı ve Batılı kafa yapısına sahip kimselerden gerçek dost olmaz.
çünkü Batılı insanın kafası bakkal terazisi gibidir.
Hep maddî düşünür.
Ne kadar menfaat koyarsan o kadar dostluk alırsın.
Onların dostluğu, arkadaşlığı, akrabalığı, komşuluğu hep menfaate dayanır. Batılı’nın aklı kendi eliyle yapıp istasyonlara koyduğu gazoz makinesi gibidir.
Bu makineye para atmazsan nasıl gazoz çıkmazsa, Batılılara da menfaat vermezsen dostluk alamazsın.
Sadece menfaate dayanan Batı dostluğuna kanmak şuursuzluğun neticesidir.
Dostlarımıza bakalım; hakiki mi sahte mi?
Denemeden de anlayamayız.
Muhtaç olduğumuz anlar denemek için bir fırsattır.

 

 BARDAK OLMAYI BIRAKALIM ARTIK

BARDAK OLMAYI BIRAKALIM ARTIK!

Hintli yaşlı bir usta, çırağının sürekli her şeyden şikâyet
etmesinden bıkmıştır. Bir gün çırağını tuz almaya gönderir.
Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyler.

Çırak, yaşlı adamın söylediğini yapar ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başlar. Tadı nasıl?” diye soran yaşlı adama öfkeyle “acı” diye cevap verir.

Usta gülümseyerek çırağını kolundan tutar ve dışarı çıkarır.
Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürür ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyler.
Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla
silerken, usta aynı soruyu sorar:

“Tadı nasıl?”
“Ferahlatıcı” diye cevap verir genç çırak.
“Tuzun tadını aldın mı?” diye sorar yaşlı adam”
“hayır” diye cevaplar çırağı.

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturur ve şöyle der:

“Yaşamdaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı hep aynıdır. Ancak bu acının şiddeti, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey acı veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış..”

 

Çiçeklerle hoş geçin, balı incitme gönül..
Bir küçük meyve için, dalı incitme gönül..

Başın olsada yüksek, gözün enginde gerek,
Kibirle yürüyerek,yolu incitme gönül…

Mevla verince azma, geri alınca kızma,
Tüten ocağı bozma, külü incitme gönül..

Dokunur gayretine, karışma hikmetine
Sahibi hürmetine, kulu incitme gönül..

Sevmekten geri kalma, yapan ol,yıkan olma
Sevene diken olma, gülü incitme gönül..

Konuşmak bize mahsus,olsada bir güzel süs,
Ya hayır de, ya da sus, dili incitme gönül..

Yüreğimin kapısını araladım usulca….

Sensiz bir diyar..
Bir yanı gül bağına bakıyordu, bir yani uçsuz bucaksız kirlenmemiş semaya
ve bir yanı rüzgar uğultusunun duyulduğu bir vahada yürüyen kervana…

Gül bağına girdim usulca…

Güller yapraklarını açmış “Güllerin En Güzeli’nin” yüzüne sürgün bir zamanda…
Sırılsıklam bir hasrete bakıyordu güllerin bir yaprağı,bir yaprağı sensizliğin yorgunluğuna …
Bir yaprağı da dertli gönüllerin efkarla beklediği vuslata…

Yüzümü çevirdim semaya usulca…

Kokuna hasret bir yağmur damlası düştü, yağmurlarına aşina olduğum bu diyarda…
Seni yazdı düşen ilk yağmur damlası yüreğime…
Sensizliğin üşümüşlüğünde…
Ağladı sema sensizlikte… Üşümüşlüğümü anlatmaya yeter mi bilmem, ağladım işte sensizlikte..
Yağmur sana sevdalı, ben sana sevdalı…
Ağladık üşümüşlüğün titreten zemherisinde…

Yürüdüm vahaya usulca…

” Sen” varsın Ey Nebi burada… Bir senin adın var dillerde … Bir Sevdanın kor gibi düştüğü Sana sevdalı yürekler…
Ruhunu gözyaşının ardında bırakan bedeviler… Rüzgarın uğultusunda “Sen”,
bakışlarda “Sen”, cümlelerde “Sen”… Sen soruluyorsun toprağa,rüzgara… Üzgün bir sensizlikte…

” Sen”li dünyamızın, “Sen”li cümlelerimizin”, Sen”li sevdamızın sensizliğinde…
Güllerin adı “Sen”, Hasretin adı “Sen”, Vuslatın adı “Sen”

“Sen”li bir sensizlikte..
Sevdan “can”larında, “can”larını ellerine almış yürüyen bu kervanın
Adı “Sen”, sevdası “Sen”

islamcokguzelgulguzel.ick.net

Nefret perdesinden yansıyan sûret,
Boğulur asitli mor bir boyada.
Aynı kalıptansa sûretle, sîret,
Suç ne törededir ne de hayâda.

Taş diyorsun, sözden ağır taş olmaz;
Dosta fırlatırsan asla hoş olmaz.
Her bedende birden fazla baş olmaz,
İki keklik ötmez aynı kayada.


Zeytin, yeşil gözlerinden yaş döker;
İncirin üstüne karanlık çöker;
Sevdalı nar ah üstüne ah çeker
Bir ağaç kendini assa rüyâda.

Sıcakken iş görür elinde ütü
Kış boyunca gören var mı hüthütü?
Suçlama teleme tutmayan sütü,
Sütün damarı ak, kusur mayada.

Koruganı yoktur gönül katının,
Dizgini rüzgârdır yılkı atının
Dere boyundaki yarpuz otunun
Dalları, kökleri malihulyada.

Dönüşmüşse eğer kapı ziline
Kilit takamazsın sivri diline
Bir gün ulaşırsın son menziline
İster süvari ol, ister piyade.

Söz odur ki kavî dura mıh gibi
Matkap olup kurcalaya gâibi.
Sana fırsat vermiş Mülkün Sahibi,
Sevgi başak tutmaz haram riyada.

Bahattin Karakoç



Seni yaratana kavuşturacak zamanı özle
Seni Harem-i Şerife götüren toprağın kokusunu özle
Medine-i Muharremin yeşil kubbesini özle
Eğer özlemek istiyorsan
Asr-ı Saadet’in nurlu yolunu özle
Hz. Peygamberin nur cemalini, gül kokusunu özle
Sıddık-Ekberin dostluğunu özle
Ömer-i Faruğun yiğitliğini özle, adaletini özle
Hz. Osman’ın hayâsını özle
Hz. Ali’nin âlim aşkını özle
Eğer özlemek istersen
Hz. Bilal’in Davudî sesindeki ezanı özle
Hz. Peygamberin miracını özle…
Eğer özlemek istiyorsan
Hz. Hatice’nin vefasını özle
Ashabı Kiram’ın muazzam kardeşliğini özle
Anam babam sana feda olsun Ya Rasulallah diyen dilleri özle
Mushab’ın malını mülkünü kenara itip imana koşmasını özle
Bir yılanın yıllar sonrada olsa bir sevgiliye olan hasretini gidermesini özle
Hz. Ebubekir’in dikenli cübbesini özle
Nebi nin kütüğünün hüngür hüngür ağladığını özle
Hz. Aişe’nin iffetini özle
Hz. Ali’nin cesaretini özle
Ashabın gece döktüğü gözyaşını özle
Aşere-i mübeşşereyi özle
Hz Nebi’nin geçtiği topraklardan geçebilmeyi özle
O mübarek ele değen bardağı özle
Özlemek mi istiyorsun
O zaman olup da şimdi olamayan milyonlarca şeyi özlemeyi bilmeyi özle
Nebinin Nübüvvet mührünü özle
O’nun ayağındaki çarık olabilmeyi özle
Ashabın samimiyetini özle
Hz. Peygamber’in verdiği ibretlik cevapları özle
Hıradaki geceyi özle
Uhud’un üzerindeki yükü kaldırmayıp sallanmasını özle
Üveys-i karani’nin hırka-i şerifini aldıktan sonraki sevmemi özle
Hz. Peygamber-i zişar nın allahu ekber deyip namaza duruşunu özle
Hz. Nebinin Karnına bağlandığı iki taştan biri olabilmeyi özle
Bedir deki Nusretullah’ın heceli etiğini özle
Tarifteki Hz peygambere gerilen çelik duvarın amacını özle
Kabe’nin Allah, Allah sesleriyle yankılandığı günü özle
Hz. Eyyüb’ün yüreğindeki temizliği özle
Hz. Esma’nın kuşağını özle
Sırf öptüğü için Hecerül Esvedi’ni öpebilmeyi özle
Medinelilerin biatlarını özle
O mübarek parmakların ayı ikiye bölmesini özle
Peygamber hürmetine yağmurların bahşedildiğini özle
Özlemek mi istiyorsun
Yaradana lâyık bir kul,
Hz. Peygambere (S.A.V.) ümmet olabilmeyi özle…

 

“…..” BURAYA ONUN ADINI YAZ

Kimin mi?

Hani o, seni en çok üzenin, en kızdıranın adını..

Eşin belki..Belki de annen-baban..

Ya da kardeşin, komşun, en iyi arkadaşın..

Artık, seni inciten ve de “kıymetlin” her kimse, işte onun..

Yaz adını buraya; “. . . . .” ve ekle;

“. . . . .” Öldü! Yok artık!

Ne bir daha bu eve gelecek, ne telefon edecek, ne de bir daha karşılaşacağım onunla!

Artık “. . . . .” Yok! Öldü O.. Hiç olmayacak bir daha..

Bundan sonra, aranızda geçen olayları düşün..

Hani seni çok inciten, üzen-kızdıran ve “Asla!” dedirten her yaşanmışlığı..

Gör bak, nasıl bomboş ve anlamsız gelecek..

Ölümün değdiği her şey nasıl silikleşecek, nasıl artık fonda kalacak hayat!..

Aniden değişecek paradigmalar!

“Neden?” diyeceksin..”Neden kırdım ki onu?” “Şu üç günlük dünyada değer miydi?”

Ve.. Tarifsiz sızlayacak yüreğin..

İşte bak dünya bir an! Bir varmış, bir yokmuş..

Giden asla geri gelmiyor ve insan “keşke” diye bir ömür boyu yürek sızılarıyla kalıyor sonra.

Böyledir ölüm.. Ansızın gelir ve keskin bir bıçak gibi ayırıverir dünyaları..

Ve bizler, hep “ölecek yaşlarda” olduğumuz gerçeğini bile bile, görmezden gelir, hiç ölmeyecek gibi yaşarız..

Oysa geçen her saniye haykırır bize; “Ölüm var heyy!”

Bir ebemkuşağıdır ölüm..

Her giden hep “sırma saçlı-badem gözlüdür” ya hani..

“. . . . .” Öldü diyerek işte, şimdi değiştir paradigmaları!..

Ve en bâdem gözlüne sımsıkı sarıl! Bırakma sakın!..

Bak, tik-taklıyor zaman; “Ölüm var heyy!”

İşte bu, “Ölmeden önce ölmek” yani Olmak sırrındandır..

Ve bundandır “Her vakit ölümü hatırlayın!”diye emredilmesi..

Sırra eren, hiç “keşke” demeyecek.

Ve..

Nasıl hayattayken öldürüp de gayrımızı, sıfırlıyorsak ona karşı içimizi, aklımızı-yüreğimizi..

Nefsimize de böyle yapmalı!..Sıfırlamalı dâim..

Sınır dışı tüm arzu ve dayatmalarını, ölüm silgisiyle silivermeli..

Ölmeden Ölmeli!..

Ölmüş olan, hiç dünyaya tapar mı? “Şunu, şunu da isterim” der mi?

Ölmüş olan, yalan-kötü söz söyler mi?

Ölmüş olan, haset-zulüm eder mi hiç?

Ölmüş olan, benlik davası güder, kin tutar mı?

Ölmüş olan, incinir mi?

Ölmüş olan, İncitir mi hiç?

?

Gelin ÖLüverelim hadi!..

OLuverelim..

Selam ve Duâ ile…

 
  Bugün 36 ziyaretçi (50 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol